14 Ağustos 1923
Ankara Türk Ocağı Merkezi
Henüz Cumhuriyet ilan edilmemişti. Milli Eğitim Bakanı İsmail Safa idi.
Hamdullah Suphi Tanrıöver Türk Ocağı Merkezi olan Samanpazarı yolundaki eski manastır binasında heyetin şerefine çay partisi düzenlemişti. Eğitimci İsmayıl Hakkı (Baltacıoğlu) Bey’in Atatürk’ü ilk görüşüydü…
Atatürk, Heyeti İlmiye’den söz açtı. Ne gibi kararlar alındığını sordu. İsmayıl Hakkı Bey alınan kararların prensip kararları olduğunu söyledi.
– Ne gibi? dedi.
– Genel eğitimde birlik mesleki eğitimde ihtisas kararları gibi efendim, diye yanıtladı.
Başka soru sormadı.
O sırada İstanbul Üniversitesi profesörlerinden Ankara’da bir bakanlığın müsteşarlığını yapan bir bürokrat bir soru yöneltti:
– Efendim, memleketin iktisaden kalkınması için ilhamı devletleri nedir?
Atatürk yüzüne üzgün bir ifade büründü:
– Memleketin kalkınması işi ilham işi değil, ilim işidir. Kalkınmanın nasıl olacağını düşünmek siz ilim adamlarının işidir. Bunu bize sizler göstereceksiniz. Hükumet adamları da bu yolda yürüyecekler.
İsmayıl Hakkı sözlerini doğru buldu, içinden “Ne de gereksiz bir soru” diye geçirdi ..
6 ay sonra; Şubat 1924
Cumhuriyet ilan edilmişti…
İsmayıl Hakkı Bey Darülfünun Heyeti ile Ankara’daydı. Darülfünun ihtiyaçları için Milli Eğitim Bakanlığı ile temasta bulunmak istiyorlardı. Edebiyat Fakültesi Dekanı Köprülüzade Fuat, Hukuk Fakültesi dekanı Aynızade Tahsin, Tıp Fakültesi dekanı Dr. Vasıf Bey, Fen Fakültesi Matematikçilerinden Şükrü Bey heyetteydi, İsmet (İnönü) Bey Başbakandı…
İnönü heyeti akşam yemeğe davet etti.
Yemek vakti geldi, heyet ağırlandı. İsmayıl Hakkı Bey, İsmet Bey’e “Gazi Hazretleri’ne tazimlerimizi arz etmek üzere İzmir’e gitmek istiyoruz, müsaade buyurursanız?” dedi. İsmet Bey yanıtladı:
– Çok iyi edersiniz, Gazi memnun olur. Ben de gitmek istiyorum, birlikte gideriz, dedi.
Ertesi gün heyet ve Başbakan İsmet Bey İzmir’e yola çıktı. Atatürk kendilerini garda bizzat karşıladı. Herkesin elini sıktı…
Heyet o gece dinlendi ertesi gün sabahı Naim Palas Oteli’ne Atatürk’ün yaveri geldi:
– Gazi Hazretleri sizleri akşam yemeğine davet ediyorlar. Bu akşam saat beşte sizleri kendi vesaitimizle almaya geleceğiz, dedi.
Heyet saat 17’de alındı, Göztepe’ye Latife Hanım’ın köşküne varıldı. Atatürk heyeti ikinci kattaki odada ayakta tunçtan yapılmış bir heykel gibi hareketsizdi. Heyeti heyecan bastı.
Atatürk, ellerini sıktı, oturmalarını rica etti. Vakit kaybetmeden ilmi bir sohbet açtı.
Konu: Terbiye dini mi olmalı, yoksa milli mi?
Sorunun ilk yanıtını vermesi için İsmayıl Hakkı Bey’e söz verdi.
– Din içtimai bir müessesedir. Realitede yaşamaktır. Fakat, devlet dinci olmaya, dinci bir politika takip etmeye mecbur değildir. Devlet ancak milli olabilir. İnkılap, müesseselerini laikleştirmelidir.
Atatürk tepki vermeden başka bir soruya geçti:
– Böyle bir laikleştirme hareketini halk nasıl kabul eder? dedi.
İsmayıl Hakkı Bey hiç düşünmeden yanıt verdi:
– Türk halkı laik terbiye esasını çok iyi kabul eder. Çünkü Türk halkı dünyanın en realist, en müspet kafalı milletidir.
İsmayıl Hakkı Bey içinden, “…Sözlerimin iyi karşılandığını sanıyorum: Ancak bir üzüntüsü var. Sanırım taassuptan ürküyor.”
Düşündüğünü gibi de oldu. Atatürk, gözlerinin içine bakarak, “Sizce bu memlekette taassup yok mudur? “diye sordu. İsmayıl Hakkı Bey yine hiç düşünmeden kararlılıkla yanıtladı:
– Memlekette mutaassıp bir bölük var. Ancak, bu, halkın kendisi değildir. Softa denilen insanlardır. Halkın kendisine gelince, o, taassupla değil, sağduyusu ile yaşamaktadır.
Atatürk’ün hoşuna gitmişti:
– İnşallah hakikatler kanaati devletlerine uygundur.
İsmayıl Hakkı Bey de hoşnut olmuş, görevini yaptığına inanmıştı:
– Efendim bunlar benim şahsi kanaatlerim değildir. Yıllardan beri çalışmakta olduğum Erkek Öğretmen Okulu’nda memleketin her bucağından gelen gençler üzerinde yaptığım incelemelerin, anketlerin verdiği kanaatlerdir.
Atatürk suskunluğu tercih ederken kısa bir süre sonra Cuma selamlığından, Halife’nin gezintilerinden, halkın Halife’ye karşı yapmakta olduğu coşkun gösterilerden söz açıldı.
İsmayıl Hakkı Hilafet’in gerekli bir kurum olduğuna inanmıyordu. Ona göre Dincilik, ümmetçilik demek değildi. Dinli olmak için ümmetçi olmak gerekli değildi. Onun için hilafetin kaldırılmasını istiyordu. Atatürk’ün de öyle düşündüğünü seziyor, bu duruma seviniyordu…
Vakit çok ilerlemiş gece yarısı olmuştu. Heyet birkaç kez izin almak istese de Atatürk izin vermemiş, sohbeti sürdürmüştü. Buluşmanın sonuna gelirken İsmayıl Hakkı Bey cesaretini toplayarak söze girdi:
“Çanakkale’de büyük bir yiğitlik eseri yaratarak Türk’ün namusunu kurtaran Büyük Kumandan günün birinde kaderin sevki ile Anadolu içlerine memur edilir. Yolunun üzerinde üç istikamet belirir. Biri servet ve zenginliğe, öteki rütbe ve nişana, üçüncüsü ölüme ya da istiklale götürür. Hangi istikamette yollanacaktı? Tarihin ne mutlu hadisesidir ki sonuncu yolda, şan, şeref yolunda ilerlemeye başladı. Yolunun üzerindeki bütün çalı çırpıları, dikenleri söküp atar. Derken bu yolun üzerinde bir taassup ağacı, bir zehir ağacı belirir. Bu ağacın da dallarını kesip attı. Ancak, iri kökleri henüz toprağın içinde idi. Bu toprak yaştır. Üzerindeki güneş de yakıcıdır. Asırlık ağacın kütüğü bir gün sürecek olursa eskisinden daha çok gürbüzleşecektir. Bu da büyük bir tehlike olacaktır. Memleketin aydınları şaşıyorlar. “Bu büyük adam bu zehir ağacının köklerini niçin kazımıyorlar,” diyorlar.
Sözlerini bitirdiğinde Atatürk, sol tarafında oturmakta olan İnönü’ye döndü:
– Paşa, görüyor musun, ilim adamları ne diyor? Geç bile kalmışız, dedi.
Sonra yüzünü tekrar İsmayıl Bey’e çevirdi:
– Kanaati devletleri nedir, önce efkârı (düşünceleri) tenvir edip (aydın- latıp) bilahare emrivakii ihdas etmek (ortaya çıkarmak) mi, yoksa önce em rivakii ihdas edip bilahare efkârı tenvir etmek mi?
Yanıt şu oldu:
“İnkılap ilk gününden bugüne kadar kullandığı metotta hiç yanılmamıştır ki, bir yenisinin kullanılması mevzubahis ola.”
Atatürk sözlere yanıt verdi:
– Demek, önce emrivakii ihdas etmek, bilahare efkârı tenvir etmek, öyle mi?
– Evet efendim,
Bunun üzerine tekrar Başbakan İsmet Bey’e döndü:
– Paşa! Emrivakiler nasıl ihdas edilir, biz biliriz, değil mi? dedi.
İsmet Bey:
– Evet efendim.